Ertuğrul Kürkçü
İnsanların kendi yaşantılarını doğaya bakarak anlamdırmaları, insanın doğadan kopuşması öncesindeki bin yıllarda edinilmiş bir düşünme alışkanlığı olmalı.
Günümüzün insanı da öteki insanlarla ilişkilerini, kavgalarını, umutlarını, kaderlerini, sevinçlerini dile getirmek için bir vahşininkinden pek farklı olmayan bir dil kullanır.
Başardığımızda “sevinçten uçar”, ihanete uğradığımızda “yıldırımla vurulmuşa döner”, nefret ettiklerimizi “yılan gibi sokar”ız… Ruhumuz “fırtınalarla sarsılır”, ekonomimiz “deprem geçirir”, ömrümüz “yaprak gibi solar”…
Bu mecazlar aleminde mevsimler büyük zaman dilimlerinin getirdiği değişimleri anlamlandırır. “Kış” yok olanla, artık geride kalanla özdeştir. “Sonbahar” güçten düşen eylemlerimiz ve tükenmeye yüz tutan ilişkilerimizi anlatır. Umutlarımız ve geleceğimizin kavramlarıysa “bahar”a ve baharın getirdiklerinde dillenir.
Üstelik Türkler, uygarlığa daha uzak olduğumuzdan olsa gerek, bu “bahar” mecazına başvurmaya Batılılar’dan daha da düşkündür.
Henüz doğmamışken babamızın “tohum”uyuzdur. Annemizin rahminde “biteriz”. Gençliğimizde “hayatın baharında” olduğumuz söylenir. “Delikanlı”yızdır çünkü “hayatımızın bahar”ında “kanımız” tıpkı coşan ırmaklar gibi “deli akar.” “Fidan”a benzetiliriz. Çünkü toplum gelişme umutlarını tıpkı doğada olduğu gibi en genç kuşağına yükler.
Ama 1992’nin gerçek baharı, mecazının Türkçe’de ima ettiği herşeyin inkarı olarak geldi Türkiye’ye.
Devlet bu yıl bahar şenliklerini sarı, kırmızı, yeşil giysilere bürünmüş Kürt çocuk ve kadınları kırarak başlattı.
Toplum da devleti yalnız bırakmadı. Doğanın sunduğu baharı gençler –yani kendi “baharı”-için cehenneme çevirdi.
Okul ve aile, yetiştirdiği “fidanlar”ı yaz gelirken kırmaya başladı. Onları uçurumlardan, antik kemerlerden aşağı attı. Kızlarının mahremiyetine el uzatmakla yetinmedi, ölüme sürüklediği “tomurcuklar”ının bedenlerini ailenin babanın “namus”unu ispat için parçaladı. “Delikanlılar”ının gururunu çiğnedi. Kişiliklerini ezdi.
Toplum gençlerini haysiyetsizlikle ölüm arasında tercihe çağırdı.
İşe bakın ki, ne aile, ne okul ne de din “fidan”lık ya da “delikanlı”lık izafe ettiği gençlerinin gerçekten de böyle olabileceklerini hiç düşünmemiş, tahayyül etmemiş görünüyor. Eğer toplum gerçekten gençliğine yüklediği kendi mecazına sadık kalsaydı bu “fidan”ların gerçek bir toplumsal bahar yaşamazlarsa öleceklerini, “delikanlı”ların haysiyetsiz bir varoluşa katlanamayacaklarını da bilirdi.
Oysa, -mecazların diliyle konuşacaksak- Türkiye onu aşkın yıldır yapay olarak yaratılmış bir toplumsal ve siyasal “kış” yaşıyor. Tarihsel ömrünün sonuna yaklaşan bir toplum ve devlet biçimini zamanın yıkıcılığından korumak için yaratılan bu buzlu iklim “bahar”ı sürekli erteleyerek onun içinden çıkabilecek bir geleceği de dolduruyor.
1980’lerde aile, okul ve din bu uzatılmış toplumsal “kış”ın koruyucu mekanizmaları olarak donatıldı. Toplum, ahlak, zihniyet ve kültürünü “kış”ı bahar”a bağlayacak devrimin önüne geçmek için yeniden örgütledi.
Bütün bu yeniden örgütlenişin meşrulaştırılmasının da şöyle bir gerekçesi vardı: “Toplumumuzun geleceğinin teminatı olan yarınki nesilleri iyi yetiştirmek!”
Aileler oğullarının ve kızlarının “örgütün eline düşmemesi” için, “bir kör kurşuna kurban gitmemesi” için, “ipin ucunda yetiştirmek” için eşi görülmemiş bir denetim mekanizmasına eklemlendi, toplum gençliğini geleneklerin, hurafelerin, yasakların, talimatların cenderesine mahkum etti. Sırf onların iyiliği için!
Hüseyin İnan, idam edildiğinde henüz 23 yaşındaydı. İki yıl öncesinde bu toplumu dönüştürmek için en etkili yol olarak “dağa çıkma”yı seçmişti. O günlerde, kendisine bunun ne zaman gerçekleşeceğini soranlara “Erikler çiçek açtığı zaman…” dermiş.
Devlet, Hüseyin İnan’ı topluma ibret olsun diye 6 Mayıs 1972’de, “erikler çiçek açtığı zaman” idam etti. Toplumsa bu ibret dersini sindirmek için 20 yıl debelendikten sonra gene bir bahar mevsiminde dehşet içinde gençlerinin trajik ölümlerine bakıyor.
20 yıl önce devlet siyasetin geleneksel kalıplarına sığdıramadığı genç devrimcileri darağacına çıkartırken bu toplum sesini çıkarmadı. Aynı toplum 20 yıl sonunda devrimcilikten uzaklaştırmayı başardığı genç erkek ve kadınlarını da bugün geleneksel ahlakın ve törelerin kalıplarına sokamadığı için uçurumların dibine, antik kemerlerin ayaklarına atmak zorunda kalmışsa, kendisine artık sormalı: “Erikler çiçek açtığı zaman” sevinmeye ne hakkı var?