Ayşegül Devecioğlu
Hayatın iyice sadeleştiği zamanlar var; tavır almanın ya da taraf olmanın çok ağır olmadığı. Ama tabii ki, hayat insana genellikle böyle “kolaylıklar” sağlamıyor. Tam tersine her şey gün geçtikçe daha da karmaşıklaşıyor. Üstelik yaşanan koskoca insanlık tarihinden sonra kimsenin safdillik hakkı ya da şansı da kalmadı. Kendi tarihlerimiz açısından da artık “sıradan” bir “kolaylık” değil, hatta sıradan bir zorluk, taraf olmak…
Felsefi olarak bir düşüncenin ya da bir inancın yanında ya da karşısında olmak değil sözünü ettiğim; en azından, bugün böyle bir “lükse” sahip değiliz. İnsanların üçer-beşer hatta otuzar-kırkar öldürüldüğü, farklı etnik kökenlerden insanların birbirlerine husumetle bakar olduğu, Göle’de olduğu gibi çıplak cesetlerin korku filmlerinden fırlamış bir karanlık çağ ritüelini andırırcasına teşhir edildiği bir toprak ve bir zaman parçasında yaşıyoruz. Ve taraf olmanın bizim dışımızda (belki de bizim dahilimizle) belirlenmiş bir anlamı var.
Kendine özgü bir dili, davranışı standartları olan bu taraflılık halinin belirtilerini – biraz da yer darlığı nedeniyle- madde madde sıralayalım:
- Öncelikle ortada birbirine düşman, çatışan taraflar söz konusudur ve taraf olmak, bu iki taraftan birine kayıtsız şartsız aidiyeti gerektirir.
- Taraf olmamak, bu yaygın ve yerleşik söylem içinde otomatikman karşı taraftan olmak anlamına gelir ki, bunun çağrıştırdığı dehşet bile insanların taraf olmayı daha “garantili” bir konum olarak benimsemesine yeter.
- Taraflara mahsus özel bir dil oluşur. Çatışma şiddetlendikçe dil de incelir. Kendi özel kavramları, mesajları, anlamları olan bu dil, kimin hangi taraftan olduğunu saptamanın bazen yegâne kriteri haline gelir. Hayat, dile hapsolur.
- Cadı avı başlar. Taraf olmamanın riski arttıkça ya da taraflardan biri görece güçlülük kazandıkça, “ne kadar taraf” olduklarını göstermeye çalışanlar çıkar. Burunları iyi koku olan bu zatlar birilerinin filanca kelimeleri ya da filanca davranışlarıyla karşı tarafa nasıl hizmet ettiklerini kanıtlamaya çalışarak kendi taraflarına hizmette bulunurlar.
- Gerçek en fazla kullanılan sözdür, fakat en az bulunan şey. Çünkü artık tarafların kendi gerçekleri vardır. Hatta kendi halüsinasyon Taraflar “gerçek”in kendi taraflarına çekmek istedikleri insanlara, kendilerinin gördüğü ya da görmek istediği gibi yansıtılmasında sakınca görmezler; hatta bundan fayda umarlar. Sonuçta belki bir miktar insan buna inanır ama büyük çoğunluk hiçbir şeye inanmaz hale gelir. En kötüsü kendileri de artık hakikat duygusunu kaybetmişlerdir. Kimse bu kadar uzun süre halüsinasyon göremez. Artık herkes yalnızca kendi gerçeğine inanır.
- Taraflar, bütün insanlar için geçerli temel hak ve özgürlüklerin, karşı taraf söz konusu olduğunda çiğnenebileceğini varsayarlar. Uyguladıkları şiddet için her zaman “haklı” bir nedenleri vardır. Herkes kendi tarafının yaptıklarını mazur gösterecek bşr bakış açısı edinir. Çifte standart sözü bile artık hafif kalır. Böylelikle tarafların kendi hukuku, insanların yüzlerce yıllık tarihinde var edilebilen hukukun üstüne çıkar. Ama taraflar birbirini yazılı hukuka ve yasalara ya da kendi hukuklarına ve kendi yasalarına uymamakla suçlar. Aslında böyle bir hukuk yoktur. Çünkü bir toplumu oluşturan insanların kolektif bilincine yerleşmemiş bir hukuktan söz edilemez. Ve böyle bir hukukun varsayılmadığı noktada, yapılan hukuka uyma çağrıları geçersizdir. “Kimin gücü kime yeterse hukuku” yerleşir.
Bu maddeleri uzatmak elbette mümkün. Bunlar şu anda aklıma gelenler. Peki ya taraf olmanın “ayrıcalığını” yaşayamayanlar, bu ruh halinin dışında kalanlar ne olur? Bir dergi sloganı gözüme çarpmıştı bir ara: “Taraf olmayan bertaraf olur”. Gerçekten de bir anlamda aynen böyle olur. Ne bu tarafta, ne de öbür tarafta olabildikleri için, sessizliğe mahkûm edildikleri ve bu hercümerç içinde ne yapacaklarını pek bilemedikleri için. Peki “bertaraf olma”nın dışında bir konumdan, mevcut tarafların dışında bir “üçüncü taraf”tan söz edilemez mi? İnsan hak ve özgürlüklerinin herkes için olduğu ve hiçbir “haklı” nedenle ortadan kaldırılamayacağı inancından hareket eden, yerleşik taraflılık söyleminin düşünce ve davranış kalıplarının dışına çıkabilen bir taraftan.
Böyle bir üçüncü tarafta saf tutabilmek, bu ülkede yaşayan insanlara çizilmiş, birbirlerine karşı bir daha yüz yüze bakamayacak kadar çok insanlık suçu işledikleri ve neredeyse mutlak gibi görünen bir kaderi tersyüz etmenin bir yolu olamaz mı?
Böylelikle bu toplu çılgınlık ve aymazlık krizine kapılmadan, zulmedilen bir halkın yanında olmak daha gerçek ve daha mümkün bir hale gelemez mi?