Ferhat Tunç
Herkes değilse de, belli değerleri yaşayan, belli idealleri olan ve bunlara uygun bir yaşam tarzını sürdürecek olan mücadeleci, onurlu insanlar kendilerini savunmak zorundadır. Bu, kendini kanıtlama sorunu değildir, olmamalıdır.
Sanat yaşamımda, bu noktaya tesadüfi gelmedim. 1979-86 yıllarında, yurtdışında yaşadım. Ordaki insanlar, çok iyi bilir. Devrimci ideallerim uğruna dolu dolu geçirdiğim yılları. 1986’de Türkiye’ye döndüm. O günün koşullarında devrimden, halktan yana bir sanatçı olmanın zorluğunu herkes çok iyi bilir. Bunu bilemeyecek ya da en az bilecek olan ise, yurtdışında yaşayan mülteci şair-sanatçıdır.
Sayın Nihat Behram da, mülteciliği yaşam biçimi sayan sanatçılardan biri. Mülteciliğin elbette anlaşılır yanı var, ama kötü geleneklere kaynaklık da eder. Behram, bu kaynaktan ziyadesiyle beslenen bir sanatçı. Etkili devrimci çevrelere yakın durmayı, “aşiret güvencesi” olarak görür. Dolayısıyla, ne kadar “samimi”, ne kadar “dürüst” ve “militan” olduğunu bilmeyen yoktur.
Çok değil, daha yakın geçmişte, kana ve şiddete boyanmış günleri, bizler soluk soluğa yaşadık, yaşıyoruz. Yaşadığı devletlerden aldığı mültecilik yardımları ve çıktığı her devrimci etkinlikten aldığı paralarla pek rahat bir yaşam sürdüren birinin, sanatını ülke içinde sürdürmeye çalışan sanatçılara bu kadar pervasız saldırması, her türlü ölçünün dışındadır. Bizler, Kürdistan’da Newrozları Kürt halkı ile beraber kurşunların altında geçirirken, halkla ölümü her saat, her an yaşarken, Behram gibilerin sanatçı duyarlılığı ve faaliyetimize yönelik, hariçten gazel okuması, doğrusu insana zor geliyor.
Behram önce Özgür Gündem’e yazdığı köşede, beni “kültür ve sanatın kenesi” olarak niteledi. Yetinmedi, yakın arkadaşlarımıza hakkımda küfür dolu mektuplar yazdı. Ardından da, benim kendisine özellikle ilgilenmesi için dil döktüğüm mahkeme olayına girdi.
Şirketten değil, benden 230 milyon para talep etmeye başladı. Şiirlerini telifini, kasetlerimi yaptığım şirketlerden alması için defalarca uyardım. Ancak “Türk vatandaşı değilim” diyerek girişimleri ihmal etti. Bugüne kadar, mümkün olduğu kadar kimseyle kişisel sürtüşmelere girmedim. Behram’a kişisel bir yanıt vermek zorunda kaldığım için üzgünüm.
Üzgünüm, çünkü karşımdaki insan geçmişte birlikte çalıştığımız paylaşımımız olan biri. Behram’la 1980’li yılların başından beri, canciğer/ ağabey-kardeş ilişkisi içinde ve “demokrat” değil, devrimci gecelere çıkıyorduk. O, her gecede okuduğu şiirlere karşılık, 500 mark alırken, ben türkülerimi söyledikten sonra, ücret almak bir yana, bir de salonun temizliği ile ilgilenir öyle ayrılırdım. Sanat yaşamım boyunca onurumla yaşadım, yaşamaya devam ediyorum.
Devrimci mücadelede hiçbir çıkar gözetmeden yer aldım ve söylediğim türküleri, seçtiğim şiirleri bu mücadelenin akışına sundum. Hiç kimseden ve hiçbir siyasi çevreden yaptıklarımın karşılığını istemedim. Ama Behram’ın dilenciliği Avrupa’da bilmeyen kişi, kuruluş var mı? “Bunları söylemeye ne gerek var?” denilebilir. Ancak, “kene” tartışmasını Behram başlattı ve itham etti. Onu çok iyi tanıyan biri olarak ve devrimci sorumluluğum gereği, onun çıkarcı, paracı, siyasi hareketlerin sırtından eksilmeyen, “keneci” yanını, ortaya koymaya hakkım var.
1970’li yılların militan Nihat Behram’ını tanıyorum. “Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit”, “Darağacında Üç Fidan” gibi kitaplarını okuyarak, devrimci olduğumu söyleyebilirim. Ancak toplumsal hareketlenmenin doruğa ulaştığı 70’li yılların sonunda, onun nasıl kaypak ve tutarsız bir yol izlediğini öğrenmek pek de zor olmadı. “Halkın Kurtuluşu”, “Güney” çevresi... Ve Avrupa’da kapısını çalmadığı hareket ve kişi kalmadı. Kısacası, 12 Eylül koşullarında kesesini dolduranlardan biri de kendisidir. Yılmaz Güney, yurtdışında onu dışladıktan sonra, kendine koruyucu başka bir çevre seçti. Çünkü devrimci hareketler, onun için her zaman bir ekmek kapısıydı.
1985 yılında ortak bir kaset yapmıştık. Kasette benim eserlerimin yanı sıra, Behram da bugün çaldığımı iddia ettiği, son olarak “Gülvatan” adlı kasetinde bestelediğim “Sevgili Yurdum”, “Özlemin Dili Olsaydı” adlı parçalar da dahil, şiirlerinin birçoğunu kendisi seslendirmişti. Bugün, eserlerini bilgisi dışında besteleyip okuduğumu söylüyor. Oysa bizzat kendi el yazısıyla, bestelemem için bana yolladığı şiirlerini saklıyorum. Onları, pek güvendiği devletin mahkemelerine, kanıt olarak sunacağım. 1991’de kendisiyle görüşmek için Basel’e gittim. Beni hırsızlıkla suçlayacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.
Sorunu, yanımda bulunan iki değerli arkadaşımla birlikte, Behram’la konuşarak çözümlemeye çalıştık. Öpüşerek ayrıldığımız o günün sabahı, kendisine sembolik olarak 1000 mark yolladım. Parayı alır almaz, Frankfurt’a gidişimi o gün için engelleyerek alıp evine götürdü. Açık söylemek gerekirse, evinde ısrarla yapmaya çalıştığı pazarlıklardan utandım.
Yayınlanmamış yeni şiirlerini göstererek, “2000 frank verdiler, bu şiirlerime 1000 frank verdiler” gibisinden, malını bana pazarlamaya çalıştı. İstersem, 17 bin mark karşılığında hatırlayabildiğim kadarıyla 6-7 şiirini bestelemem için verebileceğini söyledi. O zaman nazik bir şekilde reddetmiştim. Çünkü ben yaptığım bir kaset için bile 17 bin mark almadım daha. Dışarıda farklı bilinmekle beraber, bunu insanlar, Unkapanı piyasası denilen o bataklıktan öğrenebilir.
Ben ülkeye döndükten 15-20 gün sonra, beni arayarak yakında Türk vatandaşlığına geçeceğini ve ülkeye döneceğini, kendisine 8 bin DM yollamam için uyardı. Aksi takdirde beni mahkemeye vereceğini söyledi. Telefonu yüzüne kapattım. Bütün mesele bu değil mi?
Devlet yıllardır gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, yasaklamalarla beni susturmaya çalıştı. Başarılı olamayınca; hakkımda açılmış olan davaları para cezasına çevirerek, ekonomik olarak zor durumda bırakmak için ne gerekiyorsa yaptı. Behram’ın açtığı bu dava sonuçlanır ve ona bu parayı ödersem, onun kadar mahkeme heyeti de sevinecektir. Çünkü, onların arayıp da bulamadığı bir fırsat, bir “dost”un marifetiyle gayet iyi değerlendirilecek.
Şunu da çok iyi biliyorum, bütün bu söylediklerimden sonra, daha önceleri yaptığın gibi, “Parayı alabilirsem, filan yere bağışlayacağım” da diyebilirsin. Hiç şaşman demagojide üzerine yoktur.
Ben, “Kim olursa olsun herkes kendi emeğinin karşılığını almalıdır” diyorum. Bugüne kadar birlikte çalıştığım hiçbir şair arkadaşa saygısızlık yapmadım. Behram’ın şiirlerini bestelerken de onun teşvikiyle, bilgisi dahilinde yaptım. Belki aramızda yazılı bir sözleşme yok, ancak hayatın kendisi bu gerçekliği açık bir şekilde ortaya koyacak.