Biri ölümünü cebinde taşır...

Işık Ergüden

Çocuk devrimcidir ve devrim, çocuk kaldıkça güzeldir; doğal, kuralsız, haşarı, deneyci, hayalci…

Toplum, çocuğu –ve çocukluğu- öldürdükçe toplumdur.

İstikrar ve süreklilik arayan kurumlar- aile, okul, vs.- sallar beşiğini çocuğun ve “uyusun da büyüsün” diye ninniler söylenir; uyusun ama rüya görmesin, rüyaları gerçek bilip yaşamaya kalkmasın, hayalleri bir an önce terk etsin, merak etmesin, mavera peşinde koşmasın, aramasın, değişmek ve değiştirmek istemesin diye…

Ödülü ve cezayı öğrenir çocuk. Yalanı ve ikiyüzlülüğü ailenin kapalı ortamında; hayallere ve düşünmeye zaman olmadığını, mantıklı ve hızlı olmak gerektiğini okulda öğrenir. Artık ölü bir çocuktur o, erken yaşlanmış bir genç adayı.

Yirmili yaşlarda herkes biraz isyandır, herkes biraz intihar. Ama toplum babanın, annenin, öğretmenin patronun yerine geçebilme vaadini ve yalnızlık, hapishane, tımarhane, mezarlık tehdidini serer önüne insanın. Ve ruhlar törpülenir. Evcilleştirilmiş bir hayat başlar otuzlarında.

Aşırı duygularından arınmıştır artık herkes, ölçülüdür, hoşgörülüdür, uyumludur. Ortalama ve sıradan hayatların güvenliği içinde, çocuğu- ve çocukluğu- öldürme görevi üstlenilir: otuzundaki insan, istikrar ve süreklilik arayan kurumun kendisidir.

Önce unutkanlıklarla- çocukluğu, gençliği, anıları- sonra zorunluluklar ve alışkanlıklarla, törenler ve simgelerle, sözde nezaketler ve sahte saygılarla, ölçülü davranışlar e arkadan edilen küfürlerle, seyirlik görüntüler ve güç gösterileriyle, kaçamaklar ve oyunlarla… karbon kağıtlı hayatlar tüketilir.

Ben bu oyunu oynamak istemiyorum.

“Gömülmesi unutulmuş bir cenaze” (Cemil Meriç) gibi, “Cennetin kapısını çalmak”la (Bob Dylan) “cinnetin kapısını çalmak” (Cemil Meriç) arasında gidip geldim. Hayatın adım adım eridiğini, ayaklarımın altındaki kumun giderek ıslaklığını yitirdiğini –deniz çoktan çekilmişti- hissettim. Bir hafızanın peşinden koştum: Geçmişe ya da geleceğe değil, şimdiki zamanın içine doğru (özgürlük yer altında). Aşırı duygular yaşadım. Asla göndermeyeceğim mektuplar yazdım, asla söylemeyeceğim sözler biriktirdim. Hep ebe kalacağımı bildiğim için çıktım oyunlardan ve kaybetmenin ahlaki gururuyla daha fazla avunmamak için terk ettim bütün mekanları…

inancın ve hiçliğin doruklarında dolaşan aşırıları, ölümünü cebinde taşıyanları sevdim.

Ve Beyoğlu’nda, terk edilmiş, yıkık bir hanın en üst katındaki odanın duvarına, kimsenin görmeyeceğini bile bile, “Seni Seviyorum Zeynep” diye yazan insanı sevdim.

Çocukların, oyunu terk eden ve suya yazı yazan meçhul insanların varlığıyla ısındı içim, o yıkık handa, moloz yığınlarının ve şırıngaların arasında…