Foucault'a göre 'Gulag'ların Evrenselliği'

Ulus Baker- GÜNDEM

Foucault’nun orijinal adı “Gözetlemek ve Cezalandırılmak” (surveiller et Punir) olan “Hapishanenin Doğuşu” adlı kitabı, biri tarihsel, öteki siyasal iki çıkış noktasından hareketle yazılmıştır. Fransız tarihçiliğinin doruk noktalarından hareketle yazılmıştır. Fransız tarihçiliğinin doruk noktalarından birini oluşturan bu kitap, modern çağda, özellikle 18. Yüzyıldan bu yana adalet ve ceza mekanizmalarının geçirdikleri, hala yaşamakta olduğumuz genel bir dönüşümü çerçevelemektedir. Yine de, Foucault’nun eserinin pratik çıkış noktasını, 1972’deki GIP (Hapis gözlem grubu) hareketinden hız alan güncel siyasal niteliğini göz ardı etmemek gerekir…

Geleneksel toplumda ceza, gücün cafcaflı bir gösterisiydi. İbret için gösteri halinde örgütlenen bir cezalandırma zanaatı; hükümdarın o büyülü, felç edici gücü karşısında azımsanan saldırganın, çoğu zaman erişilebilecek tek varlığı olan bedenine yönelik sonsuz bir saldırı, işkence, eziyet ve “binlerce ölüm”. Bu elbette pek ender uygulanan, uç bir durumdu, eski ceza adaleti açısından. Ancak genel kural değişmiyordu.

İşte 18. yüzyıl, “eziyet etmeden yaşamı bir anda çekip alma” ütopyasının cisimleşmesi olan giyotinle birlikte, fiziksel, bedene yönelik cezayı yumuşatmaya, incelikli bir yorumlamayla bedene dokunmadan ruhlara, cana erişmeye yeltendi. Gösteri, ters tepkiler yarattığı endişesiyle bir tarafa bırakıldı: Artık soruşturma safhası açık, halkın gözleri önünde cereyan edecek, mahkumiyet anından sonrası, devrimin bayramları sönmeye yüz tutar tutmaz, duvarların ardına çekilecekti.

Ütopya dedik hem de giyotinden söz ederken!.. Neydi bu ütopya ve yakın tarihte nasıl cisimleşiyordu? Foucault’nun gösterdiği apaçık tarihsel hakikat, kentlerin en ortalık yerine dikilen cezaevlerinin bildiğimiz anlamda birer ütopya ülkesi olmaktan çok, ta baştan “ıslahat” projeleri içinden doğmuş olduklarıdır. Bir kez daha “ıslahat” kurumunun kendisini önceliyordu.

Bu eseri kaleme aldığı yıllardaki bir açık oturumda Foucault, “Ne yapmalı?” sorusunun ne ona ne rehabilitasyon uzmanlarına, ne de hekim ve ruh doktorlarına ait olmadığını, aksine mahpusların sorusu ve cevabı olduğunu söylüyordu. Foucault’nun sonradan GIP grubunun düsturu haline gelen sözüydü bu: “Mahpusun tek görevi kaçmaktır.”

Peki, kimdir “mahpus?” Her şeyden önce, “adlandırılmış” bir birey. Oysa bu adlandırma, mahkumiyeti kesinleştiren “hüküm”ün adlandırmasından ibaret kalmayan yargı aygıtından başka sayısız odağın ve kurumun tıp, psikiyatri, sosyal yardım, idari aygıtlar vb. da kendi hesaplarına içine sızdığı bir çoğul adlandırmadır. “Mahkum” adlandırması, demek ki sayısı neredeyse belirsiz göndermelere sahip: “Deli”, “sadist”, “psikopat”, “atavistik” vb. türü yarı tıbbi, yarı sıradan adlandırmalar.

Oysa araştırmacı, yani Foucault, bu adlandırmalar çoğulluğunun tümünün birden tek bir noktaya, pek enden telaffuz edilen bir düşünceye indirgenebileceğini göstermektedir: “Mahpus”, “tehlikeli birey” olarak tercüme edilebilir. Yargılanan artık geleneksel cezalandırma sistemlerinde olduğu gibi, suçu kesinleşmiş bir birey değil, onu oluşturduğu varsayılan bir dizi belirlenimdir. Geçmişi, tahsili, çevresiyle ilişkileri, ailesi, uyumsuzluğu, toplumsallaşma yeteneği, hastalıkları… kısacası suçun işlenip işlenmediğine karar vermek değildir artık sorun; geçmişi ve geleceği hakkında uzmanların tahmin ve kestirmelerinden süzülecek bir ruhu “mahkum” etmektir. Bu da artık bir “mahkumiyet” değil, toplumun “tehlikeli” bireylerden korunması doğrultusunda alınması “zorunlu” olan, çoğu zaman gururunun ardından bir utanç taşıyan bir karardır.

Nereden geliyor adaletin bu yeni gururu? Dinin ve iktidarın gücüyle örtüşen şaşaalı adından değil elbette: Modern adaletin artık bir tanrısı yoktur. Adaletin bu gururu, onun psikiyatri, psikoloji, tıp, sosyal yardım türünden faaliyet türleriyle paylaşmak zorunluluğunu hissettiği bir korkuyu, bir kuşkuyu örtüyordu. Düzene sokulmamış bir toplumdan, hizaya getirilmemiş bireylerden, belirli doğrultularda topluma “faydalı kılınmamış” emekten duyulan kuşkuydu bu. Bu, Descartes’ın dar felsefi sınırlara sahip yöntemsel kuşkusundan çok daha derin, çok daha ince bir kuşkuydu. İşte bu kuşkunun modern hayatı gittikçe kuşatıcı bir şekilde katman katman sarmasını Foucault “iktidar” diye adlandırmaktadır. Kuşku duymak, bir ayıklama, düzene koyma, çürüklerle iyileri, işe yarayanlarla, yaramazları yalıtma, düzenleme ve bilinçlendirme eylemidir. Böylece hapishaneye kapatılan “tehlikeli birey” karşısında duyulan kuşkunun aslında çok daha genel ve yaygın bir kuşkunun parçası ya da beliriş biçimlerinden biri olduğunu hemen fark ediyoruz. Foucault, yavaş yavaş hapishanelerden çekip alarak, hem tarihsel bakımdan hem de işlevleri bakımından şaşılacak ölçüde hapishaneye benzeyen bir dizi kurumun duvarları arasına sürüklüyor bizi: Kışlalar, okullar, hastaneler, tımarhaneler, fabrikalar…

Buralar, kuşku duyulan insan çoğulluklarının hizaya getirilecekleri yerlerdi:  Çocuklar, serseriler, topraktan kopmuş köylüler, hastalar ve deliler… eğitim, çalışma ve savaşçının vahşi güçlerinin yönlendirilmesi artık, kesin, incelikle işlenmiş, hiyerarşik bir çerçeve içinde görülebilir, denetlenebilir kılınmış düzenekler tarafından yürütülecektir. Hedef, insanın güçlerine bir el koyma, onları en az maliyetle tasarruf etme, “uysal ve yararlı” bedenler yaratmadır. Tüm bu kurumların, ortak ya da benzer düzeneklerle işlemeleri şaşırtıcı değildir bu yüzden: Tasnif etme, kaydetme, imtihan, sıraya dizme, hiyerarşi… mekanın ve zamanın ekonomik kullanımı, insan eylemlerinin en küçük birimlerine kadar ayrıntılandırılması.

Bunları söylerken Foucault, bedeni, bedensel faaliyeti yüceltiyor değildir; onu sadece insanın toplumsal varoluşuna, ruhuna da yönelen bir kuşatmanın hangi yöntemlerle, hangi “iktidar teknolojileriyle” işlendiğinin kanıtı, ya da anlaşılabilir bir modeli olarak kullanır.

Hukuksal soyutlama modelinin belki de en can alıcı noktasındayız işte: Bedene dokunmadan insanların eğitilebileceği, hizaya getirilebileceği, yeniden yetiştirilebileceği umudu. Mably’nin Fransız Devrimi öncesi yazdığı gibi, “ceza ruha dokunmalı” Ama cezalandırma varsayımının bu iradi, idealist soyutlamasının ardında, Gulag’larda ve toplama kamplarında hapsedilen, sıraya dizilen, işkence ve baskı gören bedenler belirir hep.

Neydi Gulag? Tarihin neresinde kaldı? Artık Gulag’ların ipliğinin pazara çıkarıldığını sandığımız, her türlü totaliterliğe karşıt bir eğilimin zafer kazanmış göründüğü günümüzde, yine de Gulag’ın, çok, çok… pek yakın… olduğunun hepimiz farkındayız. Farkında olmalıyız. Neydi Gulag?

Gulag, kendisinin de tarihsel oluşumuna katılan bir dizi “modern” iktidar oluşumunun bir bileşkesinden, aşırıya götürülmüş genel modelinden başka bir şey değildir. Ve hiç de Batı toplumlarının modern çağlardaki yaşantısının uzağında yer almaz.

Foucault tarihsel bir anatomi yapmaktadır bu eserinde; bedenin siyasal bir anatomisi; temalar belki de eski ekonomi-politikten tanışık olduğumuz temalardır; ancak ekonomi-politik bizzat iktidar mekanizmalarının üstlendiği soyutlamacılığın tuzağındadır. Beden sömürülürken, biz tarihsel özne olarak proletaryanın sömürüldüğünü düşünürüz. Daha doğrusu ikincisine öncelik vererek birincisini unuturuz. Proleterya cismani varlığından uzaklaşır böylece; ütopik bir gerçeklik içinde yüzmeye başlar. Foucault bir kez daha hatırlatır: “Sınıf mücadelesi” derken sadece sınıf nosyonu korunmaktadır. Marksizmin başat versiyonunca: oysa “mücadele”ye öncelik vermek gerekir.

“Aydınlanma Çağı diye adlandırdığımız 18. Yüzyıl birçok özgürlükler icat etti; ama onlara pek sağlam bir temel de vererek… Foucault, her türlü evrensel insan hakları soyutlamasında hazır bulunan bir yanıltmacaya dikkat çekiyordu bununla; insanların ruh ve beden boyunduruk altına alınması sayesinde işleyen bir özgürleşme mekanizması.

Michel Foucault, modern bireyi çevreleyen, onu içinde yer eden hapishaneleri kendine konu edindi.

Büyük bir tarihsel/siyasal öneme ve yaygın etkilere sahip kitabın Türkçeye çevrilmesi, gerçek bir kazanç Keşke çevirisi biraz daha özenli olsaydı…