Ece Ayhan- GÜNDEM
“Çakır Hikayeci” Sait Faik’le özdeş kalmış Burgaz adasına girmeden önce, ister istemez tarihe değineceğiz.
Çok eskiden (neden bilinmiyor) bu adaya Antigon denirmiş. Ama sonraları Pirhos adını almış, çünkü Bizanslılar buraya “hisar” yapmış. Pirhos sözcüğü Yunanca hisar anlamına geliyor. Pirhos da, giderek Burgaz’a dönüşmüş. 1992 yılı ağustos başlarında ressam Cihat Burak’la İstanbullular’da, Marmara denizlerinde bulunan bir Burgaz adasına gittik. Sözde bir taşla iki kuş vuracağız (tabii yalnız deyim olarak! Değil bir kuş, değil bir insan – Sosyalbürokratların bu devlet iktidarında infaz imasının aksine- bizce hiçbir canlı vurulmamalıdır!).
Cihat Burak’ın serbest mimar olarak çalışırken dünyada yaptığı kuş yuvalı tek ev burada, Burgaz’dadır. Burgaz’ın Manastır semtinde, Kınalıada’ya bakan batı tarafında, denize yukarıdan uzanmış gibi (Bu bir). (İkincisi) Ve tabii Sait Faik’in şimdi müze olmuş, bahçe içinde üç-dört katlı büyük ve güzel evini, daha doğrusu köşkünü de gezdik. Geçici olarak, buradan 1967-1968 yıllarına dönüyorum:
Cahit Irgat’la İlhan Berk Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’nde Orman Birahanesi’nde ayakta içmektedirler. (İkisi de ilke olarak sivil şairdir, ama özellikle İlhan Berk “Sivil Şiir” akımı içinde ününün doruğundadır). Cahit Irgat’ın oğlu Mustafa Irgat, yaşları aşağı yukarı eşit bu iki şairin konuşmalarını uslu uslu dinlemektedir. Söz nerdense Sait Faik’e gelmiştir. Aynı tezgahtan arjantinine çaktırarak votka koymaktan çekinmeyen bir adam da Sait Faik’in adı geçince lafa karışır:
- “Kendisini iyi tanırdım. Birlikte çok içki içtik burada!”
Zaten duyarlı bir insan olan Cahit Irgat çok duygulanmıştır. Vay! Düz halktan biri edebiyat arestasından bir hikayeciyi, Sait Faik’i tanıyor! Ne güzel şey bu! Handiyse zevkten ağlayacaktır. İlhan Berk “Harika! Harika!” diyordur. Mustafa Irgat, genç bir şair adayı olarak, bu ilginç konuşmaları izlemektedir (Onun ayağa kalması 1992 yılına bakacaktır. 42 yaşında; “Ozirie Merdiveni” şiiriyle ve düz yazılarıyla). Sait Faik’i iyi tanıdığını söyleyen adam, “birden bire”:
- “Rahmetli çok iyi ressamdı!” diyor.
Der demez de, adamın bu lafından derin düş kırıklığına düşmüş Cahit Irgat, “birdenbire”, adama:
- Hastir lan! der ve İlhan Berk’e dönerek onunla olan konuşmasını sürdürür.
Yine tarihe değineceğiz.
Bizans!
Bizans’ta da aşağı yukarı iki parti sistemi varmış. Şimdiki Türkiye gibi. Öteki “takımadalar”a bir şey demiyorum. “Takımadalar” dedim, yani öteki küçük partiler, küçük fraksiyonlar, marjinal ufak ufak gruplar, grupçuklar… Resim kıran’lar (İkonaklast’lar)… Resim kırmaya karşı olanlar (İkonadul’lar)… Burada işimiz Bizans tarihçiliği yapmak değil. Zaten Türkiye’de böyle bir uzmanlık alanına gerek duyulmuyor galiba.
O yıllarda, yani 720’lerde işler azınca, Prens Adaları’na kendi kendine sürgüne giden ya da çoğunluk’tan, iktidar’dan kaçanların sığındığı bir yerdir Prens Adaları (ben şiirde Şehzade Adaları derim).
Evet, bir de, vakti zamanında değil de, İkanoklast’larla İkonadul’ların kapıştığı kanlı, evlerin yakıldığı yangınlı günlerde Bizans İmparatoru Leon tarafından 726’da Burgaz adasına zorla sürgüne gönderilen bir din adamı var: İoannis! Elbet yalnız sürgüne gönderilmiş değil, ayrıca hapse da tıkılmıştır. Yer altında ve hiç gün ışığı görmeyen bir zindan! Sonraları, bu İoannis aziz ilan ediliyor ve Aziz İoannis kılınıyor. Ve Burgaz’da hapis olduğu yerde de onun adını taşıyan bir kilise yapılıyor.
İşte, Sait Faik’in köşkü bunun az yukarısındadır. Köşkün pençelerinden bu kilisenin kurşun rengi “kubbe”leri gözükür (“Kubbe”: Özellikle Ortadoğu’da ya da Yakındoğu’da gediksiz ve eksiksiz olarak imparatorluğu, iktidarı simgeler! Şerif Mardin gibi sıkı ve belki de benzersiz bir düşünür olan İdris Küçükömer bana bir gün Çubuklu’da şunu anlatmıştı: Güzel Sanatlar Akademisi’nden Mimarlık Bölümü’ne giderek konusu daha belli olmayan bir konferans verecektir. Süleymaniye Camii’ni gören İktisat Fakültesi’ndeki odasında ne anlatacağını düşünerek Mimar Sinan’ın yaptığı “kubbe”lere bakıyormuş. Birden kubbeleri ve kubbelerin anlamını farketmiş! Görkemli kubbeler padişahlığı, erki göstermektedir! Böylece konferansın konusunu “kubbe” olarak seçmiştir. Bu ayrıca mimarlık öğrencilerine de uygun düşmektedir), (“Kubbe” deyince, Yahya Kemal’in şiiri de aklıma geldi. Yahya Kemal “devlet şairi” filandır, ama en ucuz şiirinde bile bir “kubbe” çatılıdır, çatılmıştır. Yani Yahya Kemal’e “kubbe’nin şairi” de diyebiliriz).
Geliyoruz yine Çakır Şair’e: Sair Faik 1923’den 1954’e kadar, farkına varmadan ya da belki de farkına vararak Ayios Ioannis Kilisesi’nin kubbelerine bakmıştır boyuna. Ama Sait Faik’in gönlü kıyıdaki çift kapılı ve içinden geçilen kahvelerdedir. Evet, kimi kahvelerin ya da kimi dükkanların bir kapısı rıhtıma, arka kapısı da arkadaki dar sokağa açılırdı. Benim adını “Güzel Onlu Geçti mi?” koyduğum hikayesi böyle bir kahvede geçer (Ben de bir zamanlar aklımca bu hikayeden yola çıkarak “Buradan Güzel Onlu Geçti mi?” diye bir anlatı tasarlamıştım).
- Biz sivil şairler olarak başlangıçta (İlhan Berk’ten, İsmet Özel’e kadar iki baba şairden etkilenmiştik: Biri Dağlarca’dır, “Çocuk ve Allah”, 1940. Öteki Sait Faik’tir, “Alemdağda Var Bir Yılan”, 1954. Sonunda işitilmedik bir şey oldu ve katı doğurdu! Hiç değilse “çırılçıplak bir Türkçe”nin şiirinde bir katır doğuruyor ilk olarak-
Sait Faik, benim anladığımca ve de gerçekte bir ada kadar ıssız ve yapayalnızdır. Ve kimselere, Pancolara bile açılamadığı, “kavun acısı”, biracısı vardır. Evet, Sait Faik, Stigma’sı, Çentik’i olan ender yazarlardan biriydi. Belki de bütün cumhuriyetin en önemlisi. Acaba, o kadar güzel ve yetkin hikayesi içinde insanı sarsan hikayeleri, Burgaz adasında ya da o çevrede, Marmara denizlerinde geçenlerdir diyebilir miyiz? Bir yakın akraba için böyle konuşabilir miyim?
Bitirirken: “Stelyance Hrisopulos Gemisi” için Sait Faik’in bir mektubundan: “…Bir küçük adanın balıkçılarını ve beni rahat bırakmalarını teklif ettim.”
Ve Sait Faik’in ölümünün hemen arkasından yapılmış bir saptama (Tarık Buğra, İstanbul Dergisi, Haziran 1954).
“Bayılırdı İstiklal Caddesi’nin bu saatlerine.
-Ne var bunda bayılacak zevksiz herif! derdim.
O da bana:
-Odun! derdi.”