Yaşar Kemal, Kürt okurlarına karşı kendini savunuyor
Röportaj: Mehmet Aktaş
Yazık ki, Kürtçe yazmayı hiç düşünemezdim. Bir kere, yazacak kadar Kürtçeyi bilmiyorum. Bir kere, konuşarak bile Kürtçe bir hikaye anlatacak kadar Kürtçem yok. Sadece kısa diyaloglar yapabiliyorum. Kürtçeyi iyi anladığımı sanıyorum, konuştuklarında. Kürt arkadaşlarım, Kürtçeyi benim bu kadar anlayabildiğime bile çok şaşarlar. Ben bir Türkmen köyünde doğdum, bu bir. Evimden on iki yaşındayken ayrıldım, bu iki. Gene de bu kadar Kürtçem kalmışsa bu bir çaba sonucu.
Kürt kültürüne gelince o kültür bana gökten mi düşecekti? Yirmi yaşıma kadar Çukurova’da kaldım. Ondan sonra da İstanbul’a geldim. Hiç Kürtçe konuşmadım. Kiminle konuşacaktım? Kürt kültürüne gelince Çukurova’ya gelen dengbejlerden epeyce destanlar dinledim. Gıco Memet, çok Kürt destanı bilirdi ve de gecelerce söylerdi. Komşumuzdu Kadirli’de Gıco Memet. Bir de Abdal Musa vardı. Ondan da çok kılam dinledim. İşte benim Kürt kültürüm bu kadar.
Romancı Yaşar Kemal’e sorduğumuz sorular ve yanıtlarını kaldığımız yerden sürdürüyoruz.
Romanlarınızda en çok Çukurova anlatılır. Çukurova, çoğu zaman sizde bir “çukur”dur. Bu öyle bir “çukur” ki bütün kötülüklerin, çirkinliklerin ve haksızlıkların kol gezdiği korkulu bataklık… Cehennem ve korkulu bir dünya sarısıcak, kötülük çiçeği, bir diken gibidir. Korkunun, sevgisizliğin, açlığın kaynağıdır burası. Bu kabustan kurtulmanın tek yolu Çukurova’sız bir yaşamdır yapıtlarınızda. Kahramanlarınız Çukurova’dan kurtulmuyorlar genellikle. Dağlara çıkıyorlar. Sizdeki bu Çukurova karşıtlığını merak ediyoruz. Bunun kaynağı nedir?
Çukurova benim romanlarımda ne kadar bir cehennemse o kadar da cennettir. Benim romanlarımın insanları sevgiyle doludurlar. Ne demek o “kötülük çiçeği”? Oturup da şurada bir ömürde yazdığım romanlarımı anlatacak değilim. Bir yanlış anlama var.
O yanlışları düzeltmek de bana düşmez. Benim romanlarımda insanlar sömürülüyorlar, hastalanıyorlar, çaresiz kalıyorlar ama savaşım veriyorlar, direniyorlar. Ben direnen savaşım veren insanlara hayranım. Van’ın bin metre yükseklikteki yerlerinden kopup alışmadıkları Çukurova’ya gelmiş benim ailem. Bülbülü altın kafese koymuşlar da “Ah, vatanım” demiş. Van’a dönme olanakları doğduğunda bizimkilerden yalnız iki aile döndü Van’a. Birçoğu Çukurova’da kaldı. Van, elbette onların bir cennet düşüydü. Korkunç bir özlemdi Van onlar için. Ben 1951’de gazeteci olarak ilk Van’a gittim, babamın köyüne gittim. Akrabalarımı gördüm. Dönenlerin bir kısmı kıvançlıydılar. Dönenlerden bir kısmı da pişmandı. Örneğin Denizli’den Van’a dönenler… Kahramanlarımın Van’a gitmeleri imkansızdı. Çünkü onları ben Van’a götüremezdim. Çünkü Van’ı hiç bilmiyordum.
Kahramanlarınız nerede olurlarsa olsun hep korkuyla yaşıyorlar. Ölüm, gelecek, değişim, yalnızlık. Korkular giderek büyüyor. Bireysel olmaktan çıkıp toplumsal bir hal alıyor. Neden bu kadar korku, kimden?
Anadolu insanı ya da insanlık, tarih boyunca korkular içinde yaşamış. Ölüm, salgınlar, savaşlar, yönetimlerin baskıları… İnanılmaz faşist baskı, halkların ümüğüne çökmüş, soluk aldırmıyor.
Azra Erhat, “Ağrı Dağı Efsanesi”yle ilgili şöyle der: “Ahmet, Ağrı Dağı’nın gelenekleriyle dağları-beyleriyle Kürt halkını, Mahmut Han ise yöreye yeni yerleşmiş, tutunmaya çalışan Osmanlı düzenini sergilemektedir. Bu iki güç birbirleriyle çarpışmaktadır.” Sizin Ağrı Dağı Efsanesi” alı romanınızda Kürtlerin bu önemli mücadelesinin bir sis, bir efsane içinde Gülbahar ile Ahmet’in aşkına dönüştüğü görülüyor. Ancak bir öfkeden söz ediliyor sürekli. Nedir Ağrı Dağı’nın bu yüz yıllık öfkesi? Kime karşıdır?
Bu sisin, bu aşk hikayesinin altındaki bu mücadeleyi nasıl gördünüz? Siz mi icat ettiniz o mücadeleyi? Romana siz mi soktunuz? Bir soruyu unuttunuz, niçin sormadığınıza doğrusu şaşırıyorum. Bu kitap için birçok kişi yazı yazdı. Bana ve bu kitaba saldırdılar. Kürtler benim bu hikayeyi bir Kürt destanından aşırdığımı yazdılar. Dünyanın her yerinde yazarlar eski destanlardan, mitolojiden etkilenir, onları yeniden yazarlar. Buna “aşırma” demezler. Buna “aşırma” diyenleri de küçümserler. Yalnız bir de şu var. Ben hangi Kürt destanından almışım Ağrı Dağı Efsanesi”ni? Bunu bana gösterseler de ben de nasıl aşırdığımı bir bilsem. Kimisi de o kadar aşırı gitti ki Kürt yazarlarının, benim güzelim Kürt destanını berbat ettiğimi yazdı. Hangi Kürt destanını? Türkler de biraz daha yumuşak, benim “Ağrı Dağı”nı, bir Türk türkülü hikayesinden aldığımı yazdılar. Hangi türkülü hikaye? Nerede o etkilendiğim hikaye? Yok. Bana gelince ben Ağrı Dağı’na çıktıktan üç ay kadar sonra bir destan denemesi yaratmak istedim. Epeyce uğraştım. Sorun budur. Başka bir şey değil. Romanım budur. Eksiği varsa o eksik olan mücadeleyi de başkaları yazsın. Benim elimden gelen de bu kadardır.
Sizin Kürtçeyi iyi konuştuğunuzu biliyoruz. Kürt kültürünü oldukça iyi tanıyorsunuz. Siyasal ve toplumsal baskılar bir tarafa, yapıtlarınızı hiç Kürtçe yazmayı düşündünüz mü?_
Yazık ki, Kürtçe yazmayı hiç düşünemezdim. Bir kere, yazacak kadar Kürtçeyi bilmiyorum. Bir kere, konuşarak bile Kürtçe bir hikaye anlatacak kadar Kürtçem yok. Sadece kısa diyaloglar yapabiliyorum. Kürtçeyi iyi anladığımı sanıyorum, konuştuklarında. Kürt arkadaşlarım, Kürtçeyi benim bu kadar anlayabildiğime bile çok şaşarlar. Ben bir Türkmen köyünde doğdum, bu bir. Evimden on iki yaşındayken ayrıldım, bu iki. Gene de bu kadar Kürtçem kalmışsa bu bir çaba sonucu. Kürt kültürüne gelince o kültür bana gökten mi düşecekti? Yirmi yaşıma kadar Çukurova’da kaldım. Ondan sonra da İstanbul’a geldim. Hiç Kürtçe konuşmadım. Kiminle konuşacaktım? Kürt kültürüne gelince Çukurova’ya gelen dengbejlerden epeyce destanlar dinledim. Gıco Memet, çok Kürt destanı bilirdi ve de gecelerce söylerdi. Komşumuzdu Kadirli’de Gıco Memet. Bir de Abdal Musa vardı. Ondan da çok kılam dinledim. İşte benim Kürt kültürüm bu kadar.
Türk edebiyatında Kürt tiplemesini nasıl buluyorsunuz?
Rohat’ın kitabından başka bir araştırma okumadım. Kürt tiplemesi iyi midir kötü müdür araştırıcı bir gözle buna bakmadım.
Siz, bir dönem Türkiye İşçi Partisi içinde politika yaptınız. Sol mücadele içinde yer aldınız. Birçok çevre sizi “sosyalist” olarak tanımladı… Romanlarınızda da genellikle emeğiyle geçinen insanlara ağırlık verdiniz. Dünyanın değişen dengeleri karşısında, sınıfların mücadelesine nasıl bakıyorsunuz? Dünyanın gidişatı nereye doğru?
Ben bir Marksistim. Çok genç yaşta bu düşünceye kapıldım. Uzun yıllardır Marksizmi yaşamla ölçtüm. İnsanlığın sosyalizmden başka hiçbir umarı yok. Sonunda, en sonunda gene de sosyalizm. Dünyanın dengesi bugün değişir yarın gene değişir. İnsanlık, sömürüden her şeye karşın kurtulmasını bilecektir.